GÜNCEL YAZILAR

  • Tunus İzlenimlerim / 29-08-2013

    TUNUS GEZİSİ

    -İzlenim ve Kanaatlerim-

                                                                                   

                                                                                    Prof.Dr. Ahmet AĞIRAKÇA

    İslam Dünyası 21.yüzyıla girerken büyük bir çalkantı yaşamaktadır. Bulanık sular çalkalanmadıkça durulmaz. İslam dünyası da çalkalanacak ki İslam’ın şekillendireceği yeni dünya düzeni ortaya çıkabilsin. 

    Birinci Dünya savaşından sonra İslam dünyası İngiliz, Fransız ve Ruslar tarafından paramparça edilerek büyük bir işgal hareketi yaşadı. Emperyal saiklerle askeri güç kullanarak dünyanın servetlerini ele geçirme teşebbüsleri sonucunda bölge haritasını kendi menfaatlerine uygun olarak aralarında cetvellerle bölüştürdüler. Ancak 1940 ve 1950’li yıllarda bölgeden alabileceklerini aldıktan sonra buralardan fiilen çekilmelerine rağmen bu ülkeleri kendilerine bağlı, onların emriyle hareket edecek yerli ama onlarla işbirliği yapacak yöneticilere teslim ederek ayrıldılar. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı yaklaşık 80 yıldır yönetenler, halklarını, Batıcı zihniyetle ve emperyalist ülkelerin talimatları doğrultusunda baskı ve zulüm ile yönettiler. Kimi devletler Sosyalist Sovyetler emperyalist düzeninin baskısı ve Baas partisi aracılığıyla halklarına zulmederken, kimi zaman ve kimi devlet de İngiliz ve Fransızların yönlendirmeleriyle de Cumhuriyet rejimleri adı altında kurdukları diktatörlüklerle halklarını ezip durdular. Genel olarak İslam’a bağlı olan ve dinlerinden taviz vermek istemeyen bu halklar, baskıcı diktatörlerin, zalim yönetimleri tarafından 80-90 yıldır ezildi ve zulme uğradılar. Baskı ve zulüm, sayısız idamlar, sonu gelmeyen zindan hayatları, gözaltında gerçekleşen onbinlerle kayıplar, şehirlerin uçak ve tanklarla bombalanması kimyasal silahların kullanılması, halkların tehciri ve yurt içinde gelişen İslamî hareketlerle yurt dışında oluşan diasporalarda yetişen fikir adamları bu toprakların özgürlüklerine kavuşturulması düşüncesini zamanla alabildiğine güçlendirdi.

    Önce Siyonist devletin 60 yıllık zulmüne başkaldıran bir öğretmenin organize ettiği gençler taş atarak bir gün gelip de Gazze şeridini kısmen de olsa işgalden kurtarınca diğer halklar için bir örnek ve motivasyon kaynağı oldular. Filistin Direnişinin getirdiği izzet diğer halklara da ümit verip zalim düzenlere ve dikta rejimlerine karşı baş kaldırmanın ve direnmenin mümkün olacağını gösterdi.

    “Sokağa hâkim olanın Sarayı da elde tutacağını” gören Müslüman halklar uzun yıllar yer altı ve yer üstünde, ülke içinde ve dışında, bıkmadan, yorulmadan acılara katlanarak zindan sürgün ve idamları yaşayarak örgütlü bir şekilde mücadele edip durdular. Seksen yıl süren bu mücadelenin hiç de kolay olmayan tarihinde artık bıçağın kemiğe dayandığı günler gittikçe yaklaşmışken başörtüsünün sokakta bile yasaklandığı, İslam’a karşı her türlü yasağın uygulanıp tedbirin alındığı Tunus’ta bir kıvılcım çaktı. Zulme devam eden rejimin zabıta kuvvetleri gariban bir seyyar satıcıya yaptıklarına isyan eden Buazizi muazzam bir intifadanın ateşini yaktı.

    Tıpkı Romanya’da diktatör Çavuşesko’nun Bükreş’in en büyük meydanında ihtiyar bir kadının kendisine hitaben “sen bir yalancısın” dediği en büyük bir halk kitlesinin gösterdiği tepki ile büyük bir ses koptu ve asırlık diktatör yıkıldığı gibi Tunus’ta bu seyyar satıcının kendisini ateşe verdiği anda tarihin en büyük sosyal patlaması alevlendi ve ortadoğudaki emperyalist işgal tarihinin akışını değiştirdi.

               Tunus’un mazlum halkının “bu günü görmek uğruna kocayıp gittik” 

    من اجل هذه اللحظة التارخية هرمنا diyen Tunuslu sade bir vatandaş olan Ahmed Hamzavi’nin  bütün dünya televizyonları önünde duygulanarak bağırdığı an gibi halk hayatını bu an için çürütmüş ve nihayet patlama noktasına gelmiş, beklenmedik bir zamanda Tunus’un 80 yıllık rejimi birden kendisini sokaklara dökülen halkın iradesine teslim etmek zorunda kalmıştı. Zeynelabidin denen diktatör pılını pırtını toplayarak birbuçuk ton altın ve yeterince valizler dolusu dolarları uçağına doldurup Suudi kralına sığındı. Artık saray sokağa hakim olanların eline geçmişti. Bu ilk olay ve halk ayaklanmasının ardından Mısır ve Libya sokakları hareketlendi. Amerika’nın Ortadoğu maşası Hüsnü Mübarek orduyu halka karşı kullanamayınca sokakları ve Tahrir meydanını dolduran halka sarayını da bırakmak zorunda kaldı. Libya diktatörü Muammer Kaddafi halkının meşru isteklerini silah zoruyla susturmaya çalışırken onları farelere benzetti ama sonunda kendisi bir lağım faresi gibi 41 yıllık zulmün bedelini lağım çukurunda canı ile ödedi.

    Hareket bölgede dev bir ateş topuna döndü. Neredeyse bir asırlık olan bu rejimler patır patır dökülmeye başlayınca hiç de hesapta olmayan Yemen sekiz ay müddetle meydanları inleterek bedeller ödedi ama en azından diktatörünü devirip daha az zalim bir yönetim ile değiştirdi. Ardından elli yıllık baas rejimiyle Nusayrilerin yönettiği Suriye’de devrim ihtimali neredeyse hiç yokken halkın ayaklanması tasavvur bile edilemezken birden Der’a’da bir kıvılcım daha çaktı. Böylece destanlar yazan Suriye halkı zor da olsa direnişin mümkün olacağını bütün mazlum halklara gösterdi.

             Bazılarının zannettiği ve sıkılmadan çok kısa bir zaman sonra mahcup olacakları iddialarla gazete köşelerinde ve televizyon ekranlarında “ortadoğu olayları batının bir tezgahıdır” diyerek anlatmak istediği bu halk ayaklanmaları, bir emperyal tezgahtan çok daha fazla, halkların artık tahammül edilmez rejimleri istemediğini gösteren sosyal patlamalardı. Akl-ı selim ile düşünebilen ve olayları son 40 yıldır izleyebilenler, bu sosyal patlamaların seksen yıllık muazzam bir çalışmanın örgütlenerek özgürlük meydanlarına dökülmeleriyle başarıya oluşan halk hareketlerinden başka bir şey olmadığını görmektedirler.

    Bu muazzam uyanış dalgası, Kur’an temelli ıslah bilincine sahip sınırlı sayıda çevre ve cemaatler tarafından sünnetullah çerçevesinde gözetildiği boyutuyla, ancak iki seneden beri Ortadoğu ayaklanmalarıyla kitlesel planda gündeme gelebildi. İslamî hareketlerin ağırlıkta olduğu bir muhalif cephe ile yükseltilen Ortadoğu intifadası yerli diktatörlerin bir kısmını devirmiş ve bir kısmını da en azından geri adım atma sürecine itmiştir. Bu ikinci uyanış dalgasının inisiyatifinde gelişen sözkonusu halk hareketleri emperyalist batı dünyasının güç odaklarını şaşırtmış ve hatta birçok noktada aciz bırakmıştır. Bu yeni İslami direniş ve uyanış hattı, büyük ölçüde metodik ve stratejik içtihatlarını yenilemiş, ortak muhalefet cephesi arasında yeteri kadar iç mutabakata varamasa da, ana gövde olarak merhaleci değişim ve mücadele anlayışına ulaşmıştır. Bu aşama, ondokuzuncu yüzyıldan beri var olmaya çalışan İslamî hareketlerin hem bilinçlenme, hem yeniden yapılanma ve hem modernizme cevap üretmenin yolunu yakalama konusunda en önemli kazanımı olmuştur.

        Bazı yazar ve çevreler bu şanlı direnişe gölge düşürmek için bunun batının bir oyunu olduğunu durmadan dile getirip durduklarını ifade ettik. Bu bir akıl ve mantıktan süzülerek ileri sürülen bir iddia olmaktan bir hayli uzak, hatta biraz daha insafsızca söylenen bir iddiadır. Olaylara bakıldığımda Hüsnü Mubarek Muammer Kaddafi ve Zeynelabidin Ali mi daha çok batıcı? Yoksa Raşid el-Gannuşi, Muhammed Mürsi ve Mustafa Abdulcelil mi? Eski yönetimler mi Israil’e daha yakın, yoksa bu halk ayaklanmalarından sonra gelenler mi daha çok  Siyonist İsrail devletine daha yakındır? Sadece bu noktadan bakıldığında olay çok rahat anlaşılacaktır. Eğer bu olaylar batının tezgâhı olsaydı Hüsnü Mubarek yerine neden başkası değil de İslamcı olan Muhammed Mürsi geldi. Bunu Amerika İsrail ve İngiltere mi başa getirdi? Yoksa Tahrir meydanındaki eylemleri yapanlar bu emperyalist devletlere rağmen mi onu başkan seçtiler? Eğer bunu Amerika ve batı dünyası başa geçirmiş olsaydı bugün Birleşik Arap Emirliklerin dolarlarıyla sokaklara dökülen serseri kılıklı göstericiler nasıl türedi ve neden Mürsi’ye karşı ayaklandı.

     Bu devrimler tam anlamıyla bir halk devrimi oldu. Tarihte devrim diye nitelendirilen olaylara baktığımızda bu devrimler gerçek anlamıyla büyük halk devrimleridirler. Tunus'ta ve Libya'da olanlara baktığımızda, özellikle Mısır'da olanlara, bu bir halk ayaklanmasından başka bir sıfatla nitelendirilemez.

    Bu olaylar başladıktan sonra dış güçler müdahale etmiştir ama olup bitenler üzerinde biraz düşünüldüğünde neticenin farklı olduğu görülecektir. Mısır'da olaylar başladığı gün Almanya Başbakanı Merkel, Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy ve İngiltere Başbakanı Cameron'ın demeçleri her şeyi anlatıyordu. Şöyle diyorlardı: "Hüsnü Mübarek sakın bunlara taviz verme, dayan ! biz senin yanındayız" Çünkü bu üçlü çete ve emperyalist iktidarlar devrim olursa Müslümanların başa geleceğini ve kendilerine karşı direnebilecek onurlu bir iktidarın ortaya çıkacağını biliyorlardı. Mısırda her gün bir milyon insanın meydanlarda toplanıp önlenemez bir kararlılıkla ayaklandıklarını ve Hüsnü Mübarek’in artık gidici olduğunu, ordunun vur emrini reddettiğini görünce bu sefer de devrimcileri ve halk hareketini desteklemeye başladılar. Halkın isteklerine uymak gerektiğine dair siyasi demeçler  vermek zorunda kaldıklarını o günlerde hep birlikte müşahede ettik.  İstedikleri kadar desteklesinler bölgede ortaya çıkan manzara gayet net ve bellidir. Hür seçimlerden, özgür halk iradesinden ve demokratik ortamdan bahsedecek olursak Tunus ve Mısır halkları seçimlerini en hür bir irade ile ortaya koymuştur. Halk ayaklanması sakinleşmiş, özgür seçimler yapılmış ve devrim özellikle Tunus’ta başarıyla neticelenmiştir. Bugün Tunus’un yönetimini ele almış olanlar içinde Başbakan Dışişleri ve iç içişleri bakanları ve Nahda’ya mensup diğer bütün bakanlar halkın içinde hatta çoğu hapishanelerden yeni çıkmış kimselerdir.

    Raşid el-Gannuşi ile en azından 15 yıldır tanışır görüşürüm. Biz onu hep Dünya İslamî hareketin önde gelen isimlerinden mütefekkir bir dava ve hareket adamı olarak bildik. Sorbonne’da yüksek lisans yapmak için Paris’e giden ve burada Batı dünyasını yakından görüp tanıyan ve bu arada Batılı düşünürlerin seminerlerini takip ederek İslam davasını diasporada sürdürmüştür. Özellikle 1981 yılından devrimin olduğu güne kadar en-Nahda hareketinin önde gelen bütün üyeleri insafsızca ve acımasız işkenceler görmüş uzun yıllar hapis hayatı yaşamışlardı.

    En-Nahda Hareketi bu sıkıntılı yıllara gelinceye kadar önemli ölçüde fikri yapısını tamamlayarak hedeflerini belirlemiş ve laik-batıcı düzene karşı tavrını belirlemiş ve hedefinden sapmamak üzere bunca hapis ve işkencelere katlanmışlardı. En-Nahda Hareketi’nin fikrî yapısının temelinde Mısır’daki Müslüman Kardeşler tecrübesi ve fikri yatmaktadır. İmam Hasan el-Benna ve Şehid Seyyid Kutub’un kitapları özellikle 1970-1980’li yıllarda aynen Türkiye’de olduğu gibi Tunus’ta da çokça okunmuş ve fikrî altyapıyı oluşturmuştur. Düşünce yapısı itibariyle Müslüman Kardeşler’e bir yakınlık gösteriyorsa da örgütsel yapılanma şeklinde farklılıklar arzetmektedir. Raşid el-Gannuşi’nin ve

    hareketin beslendiği ikinci düşünsel yapı ise Cezayirli düşünür ve hareket adamı Malik bin Nebî’nin düşüncesi olup Gannuşi üzerinde alabildiğine etkili olmuştur. Dolayısıyla bu halk devrimlerinin temelinde İslamî yapılanma ve İslamî düşünce yıllardır var olup bu devrimin batılıların tezgahıyla değil halkın düşünce yapısının sokağa inmesiyle gerçekleştiği gayet açıktır.

     Eğer bu halk hareketlerini batılı devletler organize etmiş olsaydı Gannuşî’nin en-Nahda hareketi ve müntesiplerinin başa geçmemesi gerekirdi. Amerika Ali Zeynelabidin’i bırakıp neden Raşid el-Gannuşi’yi tercih etsin? Bu sorunun cevabı var mı? Bu halk hareketlerinin yerli olup olmadığı ile ilgili olarak Filistin Hamas lideri Halid Meş’al’in Ankara’da yaptığı konuşmasına bakmak gerekir, şöyle diyordu:

     “Bu halk devrimleri, başkalarının bize sadaka olarak verdiği bir şeyler değildir. Bunlar halkların özgürlük, adalet, demokrasi ve gerçek bağımsızlık taleplerinin sonuçlarıdır. Mısır'da başlayan süreci, Tunus'un, Libya'nın Yemen'in ve en son devam etmekte olan Suriye'nin devrimini destekliyoruz. Suriye halkının özgür iradesini egemen olana kadar destekçisi olacağız."

                 Gerçekten bu halk hareketleri başkalarının bir sadakası olamaz tamamen yerli ve son seksen yılın İslami çalışmalarının ürünü idi. Bir kıvılcım bekliyordu, o da Tunus’ta Buazizi’nin kendi canına kıymasına tepki olarak sokağı ateşledi ve bütün Arap dünyasını saran devrimci hareketlere dönüştü.       

    Devrimden sonra Hammadi Cibali’nin başkanlığında kurulan Tunus hükümetinin yapısına baktığımızda kabine içinde yer alan bakanlar her şeyi az çok anlatmaktadır. Başbakanın yanı sıra bu kabine’de en-Nahda’nın mensubu olarak yer alan dışişleri ile içişleri bakanlarının İslami anlayış ve düşünceleri Tunus’ta nelerin olup bittiğini anlatmıyor mu?  Kurulan kabineye bakıldığında esasında biri İslamcı, biri merkez sol ve diğeri sol olmak üzere üç partinin yer aldığı görülmektedir; bunun da ilk bakışta siyasi çeşitlilik bakımından iyi olduğunu söylemek mümkündür. Aynı zamanda kabine içerisinde yer alan partilerin tamamının eski rejimden sonra bir değişimi sağlamak için istekli olması her şeyi ifade etmektedir.

                Arap baharı adı verilen çok yönlü ve şümullü hareket hakkında bazı çevre ve yazarlar tarafından farklı, birbirine benzeyen veya benzemeyen değerlendirmeler ve yorumların yapılmış olması da gayet doğaldır. Bunu yadırgamıyorum ama bu halk hareketlerini Batının oyunu diye nitelendirenler olaylara net bir İslami gözlükle bakamadılar. Biz şahsen bu baharın bol ve bereketli ürünler verecek tatlı bir yaz ve güzle devam ederek güzel sonuçlar vereceğini son kırk yıldır görüyor ve bekliyorduk.

                Allah verilen mücadele ve İslami hareket çalışmalarını bereketlendirip mükâfatlandırdı.  Aksini söyleyenlerin, bahar öncesi uzun yıllar alan çalışma ve mücadeleleri görmezden gelmeleri, "eski rejimler devam etseydi daha iyi olacaktı" dercesine ifadelerde bulunmaları bir nasipsizlik ve şaşı bir gözle bakmaktan başka bir şey değildir.

    İşte bu sebeplerden dolayı bu hareketleri başlatanların çağdaş sömürücü Batı dünyası iktidar ve gizli istihbarat örgütlerinin bir planı olduğu kanaatini asla taşımıyorum. Bu olayların asıl sebebi son 80 yıldır süren zulüm, baskı, despot yöneticilerin çağı ve halklarının isteklerini okuyamamaları sonunda halkın bir yerde iyice gerilerek patlamasıdır. Hareket bir kere başlayıp sonuç almaya yönelince dünya düzeni kurucu ve oyuncularının kendi menfaat ve politikaları doğrultusunda işe müdahil olmaları da gayet tabiidir. Ama bu her şeyin onların dediği ve istediği gibi olacağı manasına asla gelmez ve asla da olmadı.

    Heyecanlı ve hesapsız bazı Müslümanlar, farklı kesimlerin yaşadığı bu ülkelerdeki reformları, İslam'a uygunluk yönünden değerlendiriyor ve olumsuz sonuçlara varıyorlar. Olağanüstü gelen bir sosyal değişim hemen atılan ilk adımla arzu edilen sonuçları gerçekleştiremez. Farklı iradelerin çatıştığı bir toplumda bir grup her istediğini başkalarına sonuna kadar dayatamaz. Toplumun hayrını isteyenler, tedrici olarak mükemmele gitmeyi amaçlayanlar, hem ülke hem de dünya şartlarını göz önünde bulundurarak sonuca gitmeyi hedeflemek zorundadırlar. Müslümanlar bunca sıkıntılı bir yüz yıl geçirdikten ve ülkelerindeki birçok kurumu ve değeri kaybettikten sonra hemen iktidara gelir gelmez Hz.Ömer’in adaletiyle yönetilen bir devlet ve iktidarı oluşturmaları her halde beklenemez. Tunus ziyaretimiz sırasında Üstad Raşid el-Gannuşi’nin ifade ettiği husus dikkat çekicidir: “Zelzele geçiren bir kara parçası üzerinde bina yapılmaz, sarsıntının geçmesini beklemek lazım.” İslam’ın kokusunun bu ülkelere geldiğini gören iç ve dış düşmanların bunu hazmedemeyerek karışık ortamları hazırlamaları bu halkların isteklerine engel olamayacaktır.

            Son yüz yıl içinde Müslüman devletlerin halkının büyük bir kısmı laikleştirildi. Toplum içinde ister istemez böyle bir kesim var; onlar da olup biteni kendi davalarına uygun olarak değerlendirmeyi tercih ediyor ve bu baharın laik-demokratik ulus devletler ürünü vereceğini düşünüyor, umuyor ve bunun için de mücadele ediyor bir kısmı ise eski yönetimlerin geri gelmesi için planlar kurup çalışmalar yapıyorlar.

    Geçtiğimiz aylar Tunus en-Nahda Partisi Başkanı Raşid el-Gannuşi'nin Tunus resmi kanalı Vataniye 1'de yaptığı konuşmasında geçen şu ifade, Arap Baharı'nın ilk adımını atan ülkenin önde gelen ve geniş bir tabanı olan liderinin oluşturulacak yeni rejim anlayışı bakımından önem arzediyor:

    "Dengeli siyaset, üstad Yusuf el-Karadavî tarafından geliştirilmiş, dengeler ve öncelikler üzerinde kurulan bir kavramdır. Bu strateji maslahat fıkhının bir yönüdür. Çünkü İslam insanların maslahat ve faydalarını korumak için gelmiştir. Buna göre yaptığınız tüm işlerimizde hayır ile şer/fayda ile zarar arasındaki dengeyi korumamız gerekiyor. Dini, nefsi, aklı, malı, canı, aileyi, eşitliği, çevreyi ve özgürlüğü korumak için gelen İslam dengeli İslamî siyaseti öngörmektedir. Bizim de buna riayet etmemiz gerekiyor!”

        Bu ve buna benzeyen çok düşünce ve açıklamalar Arap Baharı'nın yönünün İslam olduğu kanaatimi destekleyen birçok örnekleri içermektedir.

    Raşid el-Gannûşî de sadece siyasi değil aynı zamanda bir ilim ve fikir adamı olup  İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) kökenli bir İslamcı lider olarak istikametinin ne olduğunu gösteröektedir. Tunus'ta iktidarda bulunan en-Nahda Hareketi Partisi'nin 9. Kurultayı'nda oyların yüzde 72'sini alarak başkanlığa seçilmiş olup düşünceleri yeni Tunus’un imarında etkin olacaktır. Ama birden İslam’ın bütün ahkâmının ilk anda uygulanacağını beklemek de insaftan uzak bir anlayış sergilemek demektir. Belki uzun sürecek bir tedriciliğe razı olmak İslamî inanç ve stratejinin gereği olmalıdır.

    Gannûşî'nin laik demokrasiden yana olduğu ve dolayısıyla Tunus'un rejiminin de bu mahiyette olacağı şeklindeki iddialar ve yorumlar bence haksızca yapılmaktadır. Bunların yanlış anlaşılmalardan kaynaklandığı gayet açıktır. Zira bugünkü Tunus’un en büyük partisi yılların bir İslamî hareketi olarak en-Nahda’nın programı çok net bir şekilde açıkça ortada olup İslam’a aykırılık teşkil edecek bir sisteme asla yanaşmayacak ve bunu kabullenmeyecektir. Yılların İslamcı grubu olarak en-Nahda ileride oluşacak yeni Tunus rejimine İslam boyasını vuracağında hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.

               Kısaca şunu ifade etmek gerekir ki bu yeni oluşacak sistemler birden net bir İslamî rejim değil de, belki tedricen buna gidileceğini söylemek daha makul bir yaklaşım olur. Bu tedricilik İslam’ın ruhunda mevcuttur, Mekke’de inen vahiy ile Medine’de inen vahyin ahkâmı ve yönlendirmesi çok farklıdır. Bugün Mısır, Libya ve Tunus’a gelen siyasi iktidarlar İslam’ı bütün yönleri ile uygulamaya kalkışırlarsa İslam’ın kendisi birçok alanda başarısız gözükecek ve bu İslam’ın aleyhinde olacaktır. Şu anda Zaten Tunus'ta Medenî kanunun bir bölümü ve aile kanunu İslam ahkâmına/İslam fıkhına dayanmaktadır. Tunus okullarında İslamî ilimler okutulmaktadır. Mescidleri yöneten bir Din İşleri Bakanlığı vardır; bütün bunlar gösteriyor ki, Tunus'ta devlet din ile tamamen ayrışmamıştır, asıl unsur İslam olarak kabul edilmektedir.

           Bugün bu zalim, baskıcı, totaliter yönetim ve liderlere karşı ortaya çıkan baş kaldırmalarının sebepleri içinde adalet, hürriyet ve dünyalık geçim ve gündelik hayatı sürdürebilme isteği olsa bile en etkili unsurun İslam olduğu muhakkaktır. Bunların yanında diğer etkenleri de sayarsak hepsinin gücünü İslam’dan aldıkları ve dine uygunluğu, dinin gereği olduğu inanç ve söyleminden anlaşılmaktadır. Bu hareketlenmeler duruluncaya kadar hayli aşamalardan geçecek, engellerle boğuşacaktır, ama İslam'ın, insan hayatında daha geniş çerçevede etkili olacağı bir siyasi ve sosyal değişimle son bulacağı da Allah’ın va’didir. Buna da inancımız sonsuzdur. “Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfilerin hoşuna gitmese de”

                 

     

TV PROGRAMLARI

  • Rektörlerden Darbeci Baskısı
  • Ahmet Ağırakça
  • KURAN'DA MÜSLÜMAN ŞAHSİYETİ
  • Filistin Bizim İçin Ne İfade Ediyor?
  • Seyyid Kutup / Fizilal'il Kur'an 03/03
  • Ramazan Her Yönüyle Oruç Mevsimine Girmektir! - Saliha Erdim I Konuk: Ahmet Ağırakça
  • ماهو رأي الأتراك بترحيل السوريين من تركيا ! الرأي الحقيقي للأتراك !
  • حقيقة مهمة لا بد أن يعرفها الشعب السوري و الشعب التركي